Geçen hafta “Aksaray’daki meşhur cadıyı nasıl yakaladık?” başlığıyla verdiğimiz “Eski İstanbul polisleri anlatıyor” tefrikasının ikinci bölümüne devam ediyoruz.
Galip Bey’e İstanbul zabıtasında “Cinayetçi Galip” derler. Galip Bey, 34 seneden beri İstanbul zabıtasının cinayet, hırsızlık, tehdit ve ahlaki zabıta kısmında çalışmış, büyük muvaffakiyetler göstermiş çok değerli bir memurdur.
Kendisine hatıralarını sorduğum zaman yüzlerce vaka içinden hangisini anlatacağını kestiremedi. Sonra gelişi güzel başladı:
Bir kış sabahı… Erkenden İstanbul Polis Müdüriyeti cinayet masasına bir telefon… Feriköy’ünde esrarengiz bir cinayet olmuş, ipucu elde etmek müşkül görünüyor. Cinayet masası memurlarının bu meseleyi tahkikleri lazımdır.
Kalktık Feriköy’üne gittik. Henüz tamamlanmamış bir ev… Bir yatak odası. Köşede bir konsol, karpuz lambalar. Bir kenarda büzülmüş bir yatak. Orta yaşlı bir adam kanlar içinde yatıyor. Ağzına sarı bir havlu tıkılmış. Vücudu bıçak yaralarından delik deşik… Cinayetten evvel ağzına havlu tıkandığı için gözleri can havliyle kocaman kocaman açılmış.
Tahkikat, tahkikat, tahkikat…
Hiçbir ipucu yok… Cinayeti karakola aktarlık yapan maktulün en iyi dostu olan karşıki bakkal haber vermiş. Maktul aktarmış… Bakkalı isticvap ettik:
“Her sabah dükkanını erken açardı. Bu sabah açmadı. Merak ettim. Çırağı evine gönderdim. Kapısı açılmadı. Merakım büsbütün arttı. Pencereden içeri baktım. Manzarayı görünce aklım başımdan gitti. Karakola koştum…”
Bakkal, aktarın eski ve çok sevdiği bir dostu idi. Hüngür hüngür ağlıyor, kendisini yerden yere vuruyordu:
“Ah ben onsuz nasıl yaşarım? Nesim varsa satacağım, savacağım, ona güzel bir mezar yaptıracağım!”
Bakkalın bu derin hüznü bize de dokundu.
Fakat tahkikat esnasında bir şey nazarı dikkatime çarptı. Bakkal cesede bakamıyordu. İçimden “Belki çok sevdiği dostunun ölüsüne bakamıyor” dedim.
Fakat içime bir kurt düştü. Bakkal bu zamanlarda kederini unutmak için rakı içiyor, gece eve geç geliyor, müthiş masraf ediyordu.
BAKKALI SIKIŞTIRMAYA BAŞLADIK
Soranlara “Ah dertliyim!” diyordu. Fakat onun bu kadar parayı nereden bulduğuna kimse akıl erdiremiyordu. Bu sefer onun hakkında tahkikat yapmaya, kendisini biraz sıkıştırmaya başladık.
Bir gün bakkal, “Artık ben arkadaşımın evinin karşısında oturamam. Yüreğim kaldırmıyor. O evi görmek bile istemiyorum” dedi.
Dükkânı kiraya vermeyi kararlaştırdı. Dükkânın camına “kiralık dükkân” kâğıdını yapıştırınca şüphelerim büsbütün arttı. Bakkalı iyiden iyiye sıkıştırmaya başladık.
ALTIN BABASI AKTAR
O dostunun ölümü için gözyaşları arasında kendisini yerden yere vuran vefalı arkadaş bir bir itiraf etti. Aktarın çok parası varmış. Kendisine “altın babası” derlermiş. Bunun paralarının nerede olduğunu da yalnız çok samimi dostu bakkal bilirmiş. Aktarın evde olmadığı bir zamanda bakkal bir arkadaşıyla beraber cinayetin olduğu eve saklanmışlar.
Aktar yatmak üzere odasına girince üstüne atlamışlar, havluyu ağzına tıkınca!…
Ertesi günü de bakkal kendi yaptığı cinayeti polise ihbar ediyor!
***
Galip Bey hatırlarını biraz yokladı:
Bir zamanlar İstanbul’da Aşık Ömer diye bir kabadayı türemişti. Ona buna, esnafa, tüccara müthiş mektuplar yazar, herkesi ölümle tehdit ederek para isterdi.
Aşık Ömer’den pek ziyade korkan esnaftan, tüccardan birçokları bu kabadayının istediği parayı kendisine teslim ederlerdi.
Bir gün Bünya isminde zengin bir tüccar bize Aşık Ömer’in mektuplarından birini getirdi. Aşık Ömer mektubunda külliyetli bir para istiyor ve “Yarın mağazana geleceğim. Eğer parayı vermezsen akşam üstü kendini ölmüş bil” diyor.
Bünya Efendi’yi müthiş bir telaş almıştı. Bunun üzerine bize müracaat etti. Ben mağazasına gittim, mektupta, “Eğer polise haber verirsen halin haraptır. Mağazada polise benzer birini görürsem hiç sormadan, soruşturmadan ateş eder ikinizi de öldürürüm” diyordu.
Bunun için mağazada ben çırak kıyafeti girdim. Bir müddet sonra dükkâna hain bakışlı bir adam geldi. Hani kıpırdasan öldürecek gibi bir vaziyet… Dik dik etrafa baktıktan sonra bana sordu:
– Ulan… Sen çırak mısın burada?
– Evet efendim!
BANA BAK ÇORBACI!
Sonra Bünya Efendi’ye döndü. “Bana bak çorbacı… Burada benim bir emanetim varmış!” derken herifin üzerine atıldım. Bir saat sonra İstanbul’un meşhur Aşık Ömer’i karakoldaydı.
Şimdi düşünüyorum da… Hırsız, katil yakalarken ne tehlikeler, ne ölümler atlattım. Muhakkak ki bugün cabadan yaşıyorum. Şimdi bana hepsi bir rüya gibi geliyor.
***
Bir kış… Müthiş bir kış… Şehremini’ne bir hırsız çetesi musallat olmuştu. Adeta her gece birer evi soyuyorlardı. Amirim beni çağırdı.
“Bu hırsızları senden isterim!” dedi.
Lapa lapa kar yağdığı bir gece… Şehremini’nde Deniz Abdal Mahallesi’nde bir yere gizlendim. Vakit gece yarısını geçti. Bir de baktım. Karşıdaki sokaktan üç kişi belirdi. Ben bu semt halkının hepsini tanıdığım için bütün dikkatimi gözlerimde toplayarak, bu gece ziyaretçilerini uzaktan seçmek için çalıştım.
Fakat nafile, tanıyamadım. Önümden geçtiler. Ben de yerlere sürüne sürüne arkalarından… Gureba Hastanesi’nin arkasında bir evi gözlemeye başladılar.
Artık şüphem kalmamıştı. Hırsız çetesi bunlardı. Yavaş yavaş yanlarına doğru yürüdüm. İlerlemeye başladım.
ARTIK ÖLÜM MUHAKKAK
Fakat bu esnada karda hafifçe ayağım kaydı. Üç meçhul adamdan biri başını çevirince beni gördü. Ve bir anda hepsi birden üzerime atıldı. Karanlıkta üç büyük pala parıl parıl parladı.
İçimden, “Artık ölüm muhakkak!” diyordum.
Fakat ne de olsa gençlik, biraz cesaret te var… Tabancama sanıldım. Ateş etmeye başladım. Artık son kurşunlarımı harcıyordum. Zaten onlar da kurşunların bitmesini bekliyorlardı. Nasıl olsa ölüm muhakkaktı. Hemen aralarına atıldım. Tabancamı öyle kullanmaya başladım.
Delice cesaretimden korktular. Kaçmaya başladılar. Lâkin gecenin karanlığına rağmen içlerinden birisini tanıdım. Balıkçı Hüsnü isminde müthiş bir sabıkalıydı.
Ertesi günü kendisini yakalayıp kısa bir isticvap… Hırsız çetesinin öteki efradı da meydana çıktı.
(Gecenin karanlığında üç pala ışıl ışıl parladı, Akşam, 6 Aralık 1933)
HAFTAYA: Polis müdüriyetine gönderilen şeker kutusu